"BİR ADAM YARATMAK”

  Necip Fazıl Kısakürek’e ait olan “Bir Adam Yaratmak”  güçlükleri olan bir eserdir. Onu okurken, seyrederken veya hafızamızda gezdirirken, bu güçlüklere dolanmamak ve sıcak terler dökmemek mümkün değildir. Belki de yazarın kasıtlı olarak amaçladığı bir etkidir bu. Şöyle ki: Muhsin Ertuğrul kendisine, “Niçin bir piyes yazmıyorsun?” diye sorar. Annesinin, “Senin sair olmanı ne kadar isterdim” sözü nasıl şairliğinin ‘küçük' bahanesi olmuşsa, bu söz de tiyatro oyunu yazarlığının bahanesi olmuştur.  ilk piyesi olan  “Tohum” seyirci toplamaktaki basarisizliği karşısında hırslanır ve kendi deyisi ile yeni bir eser yazarak bu başarısızlığın ‘hincini' almak ister. Bunun etkisiyle istediği başarı için kaleminin ve sanatının tüm etki gücünü kullanmaya hazır olan yazarın tabii ki öncelikle ilginç bir öykü ve ilginç bir karakter bulması gerekir. Ve ortaya bütün çalkantıları, bunalımları, sırları ve acılarıyla Husrev tipi çıkar.
İstediğinden de ötede başarı yakalayan yazarın eserini Erzurum’da Yusuf Çelikpazu da sahneledi. Yönetmenliğini ve başrol oyunculuğunu yapan Çelikpazu’yu sahne sonrası yakalayıp oyun hakkında ondan da bilgi almak istedim.

“SAHNE TOZUNUN TADINA DOYULMUYOR.”
Aslında lisede  matematik öğretmenliği yapan Yusuf  Çelikpazu üniversite yıllarından yuttuğu sahne tozunun tadından doyamamış ve doyacak gibi de durmuyor.
Çelikpazu oyunda üniversiteli öğrencilerle birlikte oynadığını belirtirken asıl istediğinin daha yaşça büyüklerle oynamak olduğunu söyledi. Fakat kimseyi ikna edemediğinden yakındı.
Bir önceki oyunu komedi olan Çelikpazu  bir kere de dram oynamak istediklerini anlattı ve hayatın her zaman komediden  ibaret olmadığını söyledi.
Seyircinin “Hep aynı espriler, müstehcen ifadeler var”, gibi şikayetleri de dram oynamalarında etkili oldu. Ancak seyircinin oyuna olan ilgisizliği Çelikpazu’yu üzdü. “İnsanlar bir şeyler düşünmek istemiyor, sıkıya gelemiyor” diyen Çelikpazu, oyunun hak ettiği başarıyı Erzurum’da görememesinden şikayet etti. 

“İLK PROVAMIZI SEYİRCİ KARŞISINDA YAPTIK.”
Birçok güçlüklerle karşılan ekip, salon olmadığından dolayı hep ezber çalışması yaptı ve ilk provalarını da seyirci karşısında sergiledi. Destekleri olmamasına rağmen yine de Çelikpazu  oyunlarını sergilemekten çok mutlu.. 
İdolü olarak gördüğü Necip Fazıl’ın oyununun başrol oyunculuğunu yapmış olmak Çelikpazu’yu heyecanlandırdı. Ve hazır oyun sonrası yakalamışken oyun hakkında sorularımı yönelttim. Oyun boyunca bir sırdan bahsediliyor. Bu oyundaki sırrı Çelikpazu  şöyle aktardı: “Husrev bir sırdan, kendine özgü bir sırdan söz eder. Ona hayat veren ve karakter kazandıran, bu sırdır. Bu öyle bir sırdır ki bütün varlığını, bütün iç âlemini etkisi altında tutabilmektedir. Kendisine derin acılar çektiren, kati bir yalnizligin içine atan ve benliğinde bir mühür gibi taşıdığı bu sırrı anlatmanın, aktarmanın, ifade etmenin, paylaşmanın imkânı yoktur. Bir basına katlanmak zorunda olduğu ‘içteki kıyamettir' o. “Âlemden gizli tek bir sırrım kaldı. İçimdeki kıyamet! Kimse bir şey bilmiyor. Bakma kıvranışlarıma. Bakma ağzımın dikişlerinden sızan hırıltılara! Bakma beni çıldırıyor sanmalarına! Bilmiyorlar. Söyleyemiyorum. İstesem de söyleyemem. Söylesem de bir şey anlaşılmaz” Kendi içinden bir türlü ötekine doğru akmayan, açılmayan bu ‘kati sır', Husrev tipinin tüm eylemlerini gerekçelendirerek eserin omurgasını oluşturan büyük acıya da kaynaklık eder. 

“HÜSREVİ ÇILDIRTAN SIR.”
Peki ne olmuş da Husrev böyle bir sırra sahip olmuştur?Onu kendi içinde bir kördüğüm hâline getiren şey nedir? Babası, Husrev sekiz yasında iken kendisini konağın bahçesindeki incir ağacının dalına asarak intihar etmiştir. Çocukluğu o incir ağacının uğursuzluğuna ilişkin hikâyeleri dinlemekle geçmiştir. İncir ağacı da kendi içinde taşıdığı sırrın bir parçasıdır. “Benim bir büyük annem vardı ki, bu incir ağacının dibinde göze görünmez bir cin ve peri alemi tasavvur ederdi. Çocukken, beni bu incirin dibinde oynamaya bırakmazlardı. Bir gün orada oynarken ayağım kayıp yere düştüm. Sabahtan aksama kadar mutfakta, cinlerin öfkesini dindirecek şerbetler kaynadı. Sihirbaz değneklerine benzer kepçelerle uzun uzadıya bu kazanı karıştırdılar. İncirin dibine döktüler”  
Hüsrevi ölüm düşüncesine iten babasının intiharı mı diye sorduğumda Çelikpazu “İncir ağacı hakkında anlatılanlar, babasının etkileyici ölümü, Husrev'in üzerinde derin etkiler bırakmıştır. Belki de bu etkilerin sonucu olarak ölüm düşüncesi bir ‘fikri sabit' hâlini almıştır kafasında. Psikiyatrideki tabiriyle bu takıntı içinde giderek derinleşmiş ve tüm hayatini temelinden sarsacak noktaya gelmiştir. Bunun da etkisiyle var oluşun insani ürperten olasılığı ve ölüm konularında canlı sahneler çizer ve günün birinde Ölüm Korkusu diye bir piyes yazar” diye cevap verdi. 

“OYUN YAZMAK HÜSREV İÇİN YALANCI İLAHLIKTI.”
Son olarak Hüsrev niçin tımarhaneye gitti sizce?
Son olarak Hüsrev niçin tımarhaneye gitti sizce?
İlk olarak Husrev'in bir oyun yazmayı, bir karakter çizmeyi, bu insanî yaratıcılığı “Allahlık taslamak”, “yalancı ilâhlık” olarak görmesi onu etkiler. Kendisinin böyle bir yasak bölgeye girdiğini düşünür. “Ben tırmanmak istediğim kayadan düştüm. Meğer çok ileriye gitmişim. Yasak ülkelere girmişim. Gözü kör, yürürken, bir çıyan yuvasına basar gibi bazı sırların üstüne bastım. Onlar gaip âleminin bekçileriydi. Ürktüler ve beni çarptılar. Yaratıcı neymiş, yaratmağa kalkışarak tanıdım” paragrafında da bunu anlatır. Oyun süresince bu marazî ruh hâlinin propagandasına maruz kalan Hüsrev, ‘arınmak' bir yana, içinde biriken kaygı, sıkıntı ve bunalım ile iyice sarsılmış bir şekilde terk eder salonu.  Tüm bunları ancak yalnız kalabileceği bir yerde hastanede rahat rahat düşünmek için gitti. Zaten kendi diyor ya; “Bunlar beni azabımla ve cinnetimle baş başa bırakmıyorlar.”










Yorumlar